3 Eylül 2011 Cumartesi

How to Unblock Yourself

Geçenlerde facebook'tan E.E. isimli arkdaşımın yayınladığı bir linkte şu aşağıdakilerini buldum. Hayatı güzelleştirmek için iyi bir yol olduğunu düşünüyorum. Mükemmeliyetçilikten ya da bir işi yapmadan önce yaşanan sıkıntılardan kurtulmak için iyi yollar sunulmuş.


What is Procrastination and, it’s close cousin, perfectionism?

Procrastination is a mechanism for coping with the anxiety associated with starting or completing any task or decision.

So what can you do?

How to Unblock Yourself

Below are six ways to unblock yourself and get moving in the right direction that I’ve found helpful:

Overcome your fear of embarrassment, failure, or success. This is a critical step, primarily because fear drives so much of what we do (or don’t do). If we knew we couldn’t fail, what would we do? The single biggest take-away from fear management is this: picture the worst thing imaginable, the thing you’re most scared of, if you were to complete your task. This could be embarrassment, loss of money, or even loss of anonymity if you’re successful. Then picture it happening, develop your own coping strategies, and accept it. Once you realize that it won’t actually be as bad as you think it’d be, you’re free to start.

Allocate “fun time” in advance of starting. One of the reasons so many people can’t get moving is because they think they’re doing something “unfun” in place of something fun. There’s a nagging feeling that instead of studying, writing, or working there’s a dozen things that they’d have more fun doing. It’s partially a present-hedonistic desire – solving for right now instead of the future. Here’s one way to help: give yourself as much time as you need to fulfill those desires on a regular basis. If you’d rather be reading than writing, before you sit to start writing, block off time later in the day when you know you can focus 100% on reading.

Reduce all distractions. All of them. Distractions of any sort give you excuses to stop, and require you to regain your momentum in order to get going again. If you really want to get something done, you’re better off setting yourself up with a distraction-free environment (no kids, no dogs, no Internet) for a length of time long enough to get into a flow state. Two hours of dedicated focus is always better than six twenty-minute blips.

Prep your environment. Get comfortable in your surroundings, creating mini-rituals that put you in the right mindset. This could mean putting on the right music, lighting candles, cleaning off your desk, putting on comfortable clothing, or even just doing some physical warm-up (stretching, yoga, jumping jacks) before getting into it. This tip isn’t a common one, but I find it to be pretty important if you’re going to hit that flow state frequently.

Set a deadline with someone else. It isn’t enough for many of you to just make a promise to yourself. It isn’t real if it’s inside your own mind. So tell other people when you plan to get something done – use Facebook, Twitter, email, or do it the old fashioned way: tell them in person. Broadcast your plan to get something done and you might find yourself even more motivated to keep from letting others down.

Most importantly, lower your standards! Too many people get tripped up trying to make things perfect instead of just getting something done. Think about whatever you’re doing as a “first draft” of whatever it is you want to create, not the final thing. And think of yourself as a perennial “starter”, as it’s usually easier to start something of low quality than it is to finish something of high quality. Changing your internal monologue to be more like “I want to start that project” vs. “I have to slog through it” can help reignite the senses.

[Mike Torres'ten ALINTIDIR]

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Nedensiz Yapmak

Hayatımızı ilerletirken etrafımızda bulunanlara iyilikler yaparız. Bazen çıkar için bazen ise sadece iyilik yapmak için. Balık bilmezse Halık bilir diye... Herhalde bunu en iyi yapan kişi annedir. Karşılık beklemeden yapar bir şeyleri sizin için. Tersleseniz de, aşağılasanız da... Bu duygu ulvi bir duygu, anne olmadan anlaşılmaz.

Bu duygunun bir benzeri kimi zaman anne olmayan insanları da sarar, yardımı o kadar yapar ki artık karşıdaki bile şaşırır buna. Benim dokunmak istediğim bu değil bu blog yazımda. Aslında bahsetmek istediğim, biri sizi itiyorken, laf sokuyorken, aşağılıyorken bile ona iyilik yapabilen karakterlerde.

Aslına bakarsanız tüm insanlar iyidir. İyi doğarlar, iyi niyetlidir. Bence iki şey bu iyiliği bozar. Birincisi çıkarlar. İnsanoğlu çıkar çatışmasına girdiği zaman iyi niyetini kendi için kullanmaya başlar. Bu da bir iyilik sayılabilir aslında, bencil de olsa. İkinci bozucu ise manevi kötülüklerdir. Bu derin bir konu ve ben ehli olmadığımdan bunu es geçiyorum.

Otobüste birine yer verdikten sonra teşekkür etmesini bekliyor musunuz?
Yere düşen birini kaldırdıktan sonra?

İşte bunlar iyiliğin nedensiz mi nedenli mi yapıldığını gösterir. Teşekkürü almak için mi yapıyoruz bazı şeyleri? Farklı şekilde düşünürsek, size anne gibi iyi davranan bir insan size iyiliği karşılıksız mı yapıyor? Cevabı komplike sanırım...

Bana kalırsa insan ne zaman bir şeyi karşılıksız yapmayı başarırsa o zaman kendini anlamada bir adım atmış olur.

Her şey tamam da, şu karşılıksız olma meselesi biraz aklımı kurcalıyor. Hiç mi karşılığı yok yapılan iyiliklerin? Her şeyin karşılığını verecek olan bir şey yok mu bu dünyada? İyi olursam kazanacaklarım teşekkür değilse nedir? Bir düşünün... Bir kere daha düşünün...

Öyle bir şey olmalı ki her şeyin karşılığını verecek ama hiçbir şekilde büyüklüğü azalmayacak...
Tuhaf değil mi? Her şeyin bitiverdiği şu dünyada bunu bulmak zor olsa gerek.
Peki neden bu dünyada bunu arıyoruz?



17 Temmuz 2011 Pazar

Yaz, Düğün ve Gelin-Damat Olmak

Evlenmek gerçekten güzel bir şey. En azından havalar güzel olduğunda insanlar evleniyor. Yaz mevsimi ideal olarak seçilmiş bir çok sebepten evlilik için. Benim etrafımda bile en az 3 düğüne katıldım, darısı ilerleyen zamanlardaki düğünlere...

Düğün, kelime manasına girince farklı yerlerde farklı anlamları var. Burada aslında önemli olan insanlara ne ifade ettiği. Kimine göre eğlence kimine göre yakınları görme kimine göre işkence kimine göre para tuzağı kimine göre ise mutluluğun bir parçası. Bazıları da gösteriş amaçlı... Düğünler gelin ve damatın mutluluğunu görmek için yapılırmış eskiden. Uzuun sürenleri varmış, çok katılımlı olanlar varmış. Bana kalırsa günümüzde amacı sapmış.

Gelin ve damat bir yuva kurarken, "daha dünkü çocuk büyüdü eş oldu" dedirtir ve bu ana tanık olması istenir sevenler. Ne hoş değil mi? Ben bu kısma bayılıyorum. Hayatta insanın şahidi olmalı, birden fazla hem de...

Düğünde gelin ve damat oynar, insanlar oynar eğlenir. Buraya kadar güzel. Jenerasyonlar değişiyor, fikirler gelişiyor, insanlar büyüyor ve ilgileri farklılaşıyor.. Düğünün yapısında da bir değişiklik olmuyor mu? Sanki düğünler artık "Kim-kiminle-nerede" dedikodusu ortamı olmuyor mu sizce? Ya da "Bak gelinlik de nasıl", "damat da hiç gülmüyor?", "Bu gelin adamı öldürür, yakında ayrılırlar", "Gelin görümcesi ile oynadı, anasına yüz vermedi" ve daha niceleri... Sanki artık gelin-damat lar çekiştiriliyor düğünlerde. Güzel sözler, iyi temenniler duyulmaz mı oldu ne?

Mutlaka bunda düğün sahibinin etkisi var, yani organize eden. Düğünün nasıl olmasını isterseniz, o öyle olmaz bence. Sade olsun istersiniz karışır... Para dökersiniz iyi olsun diye bir şeyler değişir. Düğündür bu neticede olsundur.

Gelinlik ve Genç Kızlar

Yazıyı yazmadan önce internette gelinlik yazıp görsellere baktım. Biraz da ne manası varmış gelinlik ve damatlığın diye baktım. Çok güzel anlamları var. Sentez olarak kullanılıyor aslında. Biraz Avrupa suyu karışmış, bulanık ama hala saf tanımlamalar var...

Bence hepsinden önce gelinliğin neden beyaz olduğu düşünülmeli. Beyazın manası için "google'lamak" manasız sanırım. Gelinlik saflık ve sadelik belirtmez mi sizce? Düşünsenize bebeklik-çocukluk ve genç kızlık artık bitmiş ve baba evinden en temiz hali ile uğurlanan genç yetişkin bir kız var. Artık kocasına, hayatını kolaylaştıracak gerçek adama ait olmaya gidiyor...

Bazı değerler vardır anadoluda. Kadınlığa ait olan. Kadının ait olduğu yere, toplumdaki konumuna ve kocası ile paylaştığı şeylere dair. Ben üçüncüsüne odaklanıyorum mesele düğün olunca. Çünkü iki insan bir eve geliyor, yeni değerler oluşturmak için uğraşacakları aşk ve sevgi yuvalarına. Bunun ilk adımı da saflık ve açıklıkla olmalı, öyle olmalı ki aile sonsuza gitsin...

Bana kalırsa bu başlangıç düğün ve gelinlikten başlıyor. Yanlış anlamayın, gelinlik derken onun anlamından. Geçmişte damatlar gelinlere mektup yazarlarmış. Gelinliğinle olduğun gibi masum ol diye... Ne kadar içten değil mi? Bugünün gelinlerine bakınca, sanki bir şeyler eksik gibi bu manada. Saflığıyla önplanda olması gereken gelinler, artık vücutları ile gösterişte oluyor. Belki de saflık anlayışı farklı insanların, bu doğal.

Gelin ve damat düğünle birbirlerine özel hale gelirler bence. Sonra hayatı devam ettirirler. Peki ya başlangıcı eksik olan bir durumda nasıl olabilir bu? Gelin sadece damadına özel olmalı iken, neden o temizlikten kurtulma çabası var günümüz kadınında anlayamıyorum. Gelinlikler güzel olsun, şık olsun, göz alsın... Dantel işlemeli, el emeği olsun... Tamam ama seksilik ve transparanlık neden?!

Düğünde "Biz tertemiz aşığız ve yeni bir aile kuruyoruz" mesajı vermek esasken, kadın neden daha ilk adımda farklı bir yöne gider ki?

İlk adımlar hayatta önemlidir, hele yeni bir aile kurarken. Aman ha, "bir günden ne olacak" demeyin, nasıl başlarsa öyle gider...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

İki Kum Tanesi

"Günün birinde bir çölde iki kum tanesi karşılaşmış ve birbirlerini çok
sevmişler uzun bir süre çok yakın olmuşlar. Birbirlerini yanlarında,
canlarında olarak sevmeyi öğrenmişler. Derken bir rüzgar çıkmış kum
tanelerinden biri yerinde kalırken diğeri biraz uzağa savrulmuş. Çok
uzak değillermiş ama yinede göremiyorlarmış birbirlerini. Sevgileri hiç
azalmamış yine sevmeye devam etmişler. Birbirlerine ulaştırabildikleri
sesleriyle, haberleriyle yaşıyorlarmış ve artık görmeden seslerinde
sevmeyi öğrenmişler.

Bir gün biri diğerine "sevdamız sonsuza erişmesi için aynı anda bir
dilek dileyelim" demiş. Ikisi de aynı anda bir dilekte bulunmuşlar ve
tam o sırada bir fırtına çıkmış. Bu kavuşmamız, sevdamızın sonsuza dek
sürmesi olabilir diye ikisi de kendilerini fırtınaya bırakmışlar.
Gözlerini kapayıp fırtına dindiğinde sevdalarının yanı başında olmuş
olmayı arzulamışlar. Fırtına o kadar kuvvetliymiş ki o güne kadar
yıllarca yerlerinden kıpırdamayan kumlar bile başka yerlere
savruluyorlarmış.

Fırtına günlerce sürmüş kum taneleri de oradan oraya savrulup durmuşlar.
Ikisini de bir sabırsızlık sarmış. Fırtına durmuyor aksine artıyormuş.
Fırtına dinmek bilmedikçe onlarda sabırla sevmeği öğrenmişler. Günler
geçmiş sonunda fırtına durmuş gözlerini açtıklarında ikisi de başka
alemlerde bulmuşlar kendilerini. Bu fırtınanın onları birleştireceğine
o kadar inanmışlar ki birbirlerini yanlarında bulamayınca yüreklerinde
derin bir acı hissetmişler ve acıyla sevmeği öğrenmişler. Kendilerine
birazcık geldiklerinde ikisi de bu fırtınayla başka başka yerlere
savrulduklarını anlamışlar. Biran ölmek istemişler ama sonra
birbirlerini hiç görmeden,mesafelere, engellere rağmen sevmeği
öğrenmişler. "Eskisi gibi bağırsakta sesimiz ulaşmaz ki birbirimize"
demişler. Ikisi de yeni yerlerinde kimseyle konuşmamışlar ve yıllarca
hep susmuşlar. Hep yeni bir fırtına ümidiyle birbirlerine ihanet
etmeden beklemişler. Böylece umutla sevmeyi öğrenmişler. Yıllar geçmiş ama
sevgileri hiç geçmemiş.

Birbirlerinden hep umutlu olarak yaşamışlar. Bir gün ikisi de
birbirlerinden habersiz aynı anda gözlerini kapamışlar ve kavuşmak için
yeniden fırtına çıkmasını dilemişler. Beklemişler beklemişler ama
fırtına bir türlü çıkmamış. Kendilerini tüm benlikleriyle fırtınaya
bırakmak için oldukları yerde dönmüş durmuşlar ama hepsi nafile küçük
bir rüzgar bile çıkmamış. Sonunda durmuşlar ve gözlerini açmışlar.
Sevdiklerinin, sevdalarının, yıllarca beklediklerinin tam karşısında
durduklarını görmüşler ve hemen ikisi de yıllar önce diledikleri dileği anımsamışlar.
Dilek şöyleymiş "Allah'ım bizi birbirimize her şeyiyle sevmeği
öğrendiğimizde kavuştur. Öğle kavuştur ki sevdamız sonsuza erişsin."
Sonunda anlamışlar ki birbirlerinden çok uzaklarda geçirdiklerini
sandıkları yılları aslında birbir yanı başlarında geçirmişler.
Dileklerinin kabul olması için yılların geçmesi gerektiğini öğrenmişler
çünkü onlar sevmeği her şeyiyle öğrenmeği dilemişler.

Dilekleri kabul olmuş umutla, sabırla, acıyla, yakında, uzakta...her
şeyiyle sevmeği öğrenip birbirlerine kavuşmuşlar. Sevmeği bildikten sonra mesafeler, acılar, yıllar, aylar...asla sevdayı
söndürmez ama sevmeği bilmedikten sonra yanı başındaki sevdiğini bile
yıllarca göremeyebilir insan."

Alıntıdır

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Duygu ve Akıl Paradigması

Akıl ve duygular farklı boyutlarda mı sizce?
İkisi birbirine zıt mı çalışır? İkisi beraber çalışınca, aynı yöne bakınca güzelliklerin oluşmasını mı bekleriz?

Kimisi "çok duygusalım" der; kimisi "çok mantıklıyım" der...
Neden duygu ve mantık ayrı düşünülür ki?
Sevmenin akıl boyutu yok mudur?
Duygular düşünce süzgecinden geçmez mi?

"Akıl sadece mantık demek değildir. Diğer bir vazifesi duyguları yönetebilmektir. İnsanın başarılı ve mutlu olabilmesi için duygularını yönetebilmesi çok önemlidir. Bunun yanında, düşüncelerine duygu katmış insanlar şanslıdır. Çünkü bu kişiler çoğunlukla 'duygusal mantık' ile davranırlar. Akıl işte bu noktada devreye girer. Aklın yüksek kullanımında duyguları göz ardı etmek, onu yarım bırakmak demektir. Bazen mantığın hakimiyetinden çıkıp, sezgilerle karar vermek, iç sesi dinlemek gerekir. İç ses denilen şey ise gönüldür aslında. Olumlu düşünen, ümit duygusu gelişmiş insanların kalbine bir konuda karar verirken ilham gelir. Adeta içinden bir ses 'Buna yönel!' diyerek ona yol gösterir. Bu da içtenlik ve samimiyetin varlığına delildir. Samimi insanlardaki bu gelişmiş sezgi, bir nevi manevi yardım gibidir. Kişi hisleri sayesinde yanlışa gitmekten kurtulur."

"Olaylara duyguları katarak düşünen birinin bazı temel özellikleri vardır. Mesela bu insanlar hayal kurmayı severler. Ama bunlar ergenlik ve lise döneminde kurulan aşıkların hayallerine benzemez. Gerçeğe, belli bir hedefe ve amaca yönelik hayallerdir. bu kişiler, neyi başarmak istiyor, hangi konuyu çözmeye çalışıyorsa, o konuda hayal kurarlar. Düşler sırasında bile kendilerine sıkça "Bu yol beni nereye götürür?" diye sorarlar. Hayal kuran kişilerin daha çok fikir üreten kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Ancak sadece hayal kurmak düşünceyi gerçekleştirmek için yetersiz kalır. Hayale duygu eklemek gerekir. Burada da iki türlü duygu vardır. Birincisi korku, korkunun dahil olduğu hayaller savunmaya yöneliktir. İkincisi merak ve hayret, insan düşünce üretimine duygu katıp hayretle hareket ettiği zaman öğrenme ve çalışma aşkı duyar. Ve ihtiyaç duyarak kendini araştırmaya verir."

"Duyguyla beslenen düşünce risk almayı gerektirir. Risk kişiyi başarıya götürür, düşüncelerine yeni anlamlar katmasına yardımcı olur. İnsanı durağanlıktan uzaklaştırır. Bu sebeplerden zorluklarla uğraşmaktan korkmaz. "

Duygular işte bu kadar önemli...
Kendimize ait olan duyguları tanımamız ne kadar da farklılaştırır bizi değil mi?
Mantığınızı o kadar çok kullanırsınız ki, sanırsınız doğru yoldasınız. Korku ile beslenen mantık yolları, çiçek açmaz. Bu sadece insanı olumsuzluğa ve karamsarlığa iter. O durumdan kurtulsanız bile bir sonraki, daha sonraki durumlarda siz yine korkularınızı kullanırsınız...

İşte "Duyguların Dili" adlı eserde Prof. Dr. Nevzat Tarhan bunlardan bahsediyor. Ondan bir kaç alıntı yaparak duygu ve akıl arasındaki bağı anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Bu sıralar üzerine düşündüğüm konu bu.

Tavsiyem odur ki; sadece aklınıza uyarak hareket etmeyin, çünkü insanda sadece kendinin anlayabileceği derinden bir sezgi gücü vardır. Onu keşfetmeye koyulun...

25 Şubat 2011 Cuma

Kadınlar ve Giyim Üzerine

Erkekler ve kadınların farklılaştığı bir konu sanırım giyimdir. Kadın yaradılışı, fiziksel yapısı ve mizacı gereği erkeklere göre değişik stillerde giyinmek ister. Tabii ki her kadının kendine göre bir tarzı olmalı. Kadın üstüne yakışanı ve insanların takdirini toplayanını giymek isteyebilir. Bazı alanlarda da normlara uygun olmak durumundadır. Ben bunlara standartlar diyorum.

Standart demek illaki çalışılan yerin kuralları olarak algılanmamalı. Bir kadının kendi standardı vardır bence. Kadın sadece üstüne yakışanı giymez, kendi aklına ve kalbine hitap edeni de giyer.

Üniversite öğrencisi olunan yıllarda bayanlar daha özgür giyinmeye ve paraları olduğu ölçüde çeşitli ve özenli giyinmeye çalışırlar. Bana kalırsa 20-25 yaşları arasındaki bir bayan henüz kendi standartını yakalayamadığından çeşit yelpazesini oldukça geniş tutar. Etek, pantlon ve elbise 3'lüsü, kendi içlerinde dallanır. Yırtmaçlı etek, mini etek, uzun etek, ekoseli etek, diz altı eteği; dar pantlon, bol pantlon, desenli pantlon, kot pantlon, kumaş pantlon; uzun elbise, tayt üstü elbise, tünik vs. Tabii daha çok çeşidi var bunların. Bir kadın da bana kalırsa kıyafet seçimi için çok farklı boyutlarda seçimler yapabilir.

Özellikle kendi parasını kazanan bayanların giyime daha önem verdiği biliniyor. İşte paranın da yardımı ile bu yelpazenin hemen her kanadına kadın dokunur, oradaki her şeyi giyer, giyemese bile giymeyi arzu eder ve hedef koyar kendine.

Yaş ilerledikçe, iş hayatı, özel hayat, evlilik, çocuk ve statü kadınları bu uçurumda dans etmekten kuratır. Kadınlar kalbini ve akıllarını iyi şekilde kullanarak standartlarını geliştirirler. Ve bazen herkes tarafından takdir görülecek bir çizgi yakalarlar. İşte bu kadınlar kendilerine o kadar hakim, özgüveni yüksek ve ne yaptığının bilincinde olan kadınlardır.

Erkekler ise, bir üst paragrafta tanımlanan kadını beğenirler, ondan etkilenirler ve o kadınla evlenmek isterler. Hiçbir erkek giyim tarzı geniş bir kadın ile birlikte olup hayat boyu yaşamak istemez. İstisnalar olabilir elbette, bu durumda bence bu erkek ya kadını çok seviyordur ya da çok umursamazdır.

Hani hep denir ya, "Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer" diye. Bana kalırsa "Erkeğin kalbine giden yol önce kadınının giyim tarzına uğrar, sonra mideye gider".

11 Şubat 2011 Cuma

Güzel Olmadığını Sandığımız Günler...

Pinhani'nin bu sıralar çokça dinlediğim bir şarkısı var: "Yitirmeden". Sayfanın aşağılarında bir yerlerde sözleri de var hatta. Orada şöyle diyor:

"Güzel günlerimizin bittiğini sanma, 
 Belki bir daha böylesi olmaz ama 
 Her bir gün güzel aslında"


Hayatta her günün güzel olduğunu düşünelim, insanlar ile aramız iyi, sevdiğimizleyiz, gülüyoruz, hava güneşli, işlerimiz iyi gidiyor, trafik yok, zamanımız her şeye yetiyor... Bu durumda bana kalırsa her şeyin iyi olması artık "iyi" nin niteliğini ortadan kaldırır. Hayatımızda bir şeyin zıttı olunca her zaman asıl değerli olan değerine kavuşur. Ying ve Yang gibi...


Şarkıya göre düşünürsek, güzel günlerin bitmesi demek karanlık, umutsuz, korkulu, sıkıntılı ve sevgisiz günlerin geldiği olarak söylenebilir. İşte bu güzel olmayan (kötü demiyorum bilerek, dikkat edin) günler bizim aslında yukarıda saydığım güzel günlerin ne güzel olduğunu gösterir. Nasıl mı? "Yitirerek"... 


Kayıp bize bir şeyin değerini gösterir. Düşünün bir, sevdiğimiz bir insanı ya da bir eşyayı kaybetmek nasıl da üzer bizi? Parayı kaybetmek de buna dahil. Nasıl da deli oluruz... Sevdiğimiz insanın yanımızda olmaması düşüncesi ürkütür bizi. Kayıptır o ve güzel günler asla gelmeyecek diye düşler dururuz.


Peki gerçekten kötü günler var mıdır? Evet vardır. Yaşıyoruz ve yaşayacağız. Bana kalırsa şarkıdaki (ve benim hayat bakışımdaki) manaya göre, güzel olmayan günlerde güzel günlerin değerini anlamalıyız. Bunun için uğraşmalı, didinmeli ve tekrar o güzel günü yakalamalıyız. 


Şarkı sözüne göre, burada maddi olarak bir şeyler yapmak müdahale etmek yok. Zaten her zaman müdahale etmek de sorunu çözmez. Umut eden insan, bekler... Fakat bu beklemek asla "olursa olur olmazsa olmaz" bekleyişi değildir. "Sabırdır" bu beklemek. Yani inanarak ve güzel güne kavuşmanın arzusu ile zaman ilacının acılara sürülüp iyileşmesini bekleyerek....


Hangi ilaç anında tesir ediyor? Duygusal dünyanın karmaşık yapısı var, ve bu karmaşık yapıda asla ilaç kısa zamanda tesir etmez. 2 ay geçmiş olabilir bir ayrılıktan ya da üzüntüden, fakat bu zaman bile maalesef "kısa" dır. İnsanın bu sürede, 


"ben nerede yanlış yaptım?" 
"ben neyin değerini bilmedim?"
"ben kimin lafına inanıp güzelliği yitirdim?"
"ben neye inanmadım da üzüntülü günler başladı?" 


gibi soruları kendine sormalı ve cevap bulmalıdır. Tabii cevap bulmak asla yeterli gelmez, mantığı ile tasdik etmek gerekir, sonra da uygulamak... İşte şarkının son satırında geçen her günün güzel olması fikri de, ders alınan musibetten sonra günlerin düzelebileceğidir.