17 Temmuz 2011 Pazar

Yaz, Düğün ve Gelin-Damat Olmak

Evlenmek gerçekten güzel bir şey. En azından havalar güzel olduğunda insanlar evleniyor. Yaz mevsimi ideal olarak seçilmiş bir çok sebepten evlilik için. Benim etrafımda bile en az 3 düğüne katıldım, darısı ilerleyen zamanlardaki düğünlere...

Düğün, kelime manasına girince farklı yerlerde farklı anlamları var. Burada aslında önemli olan insanlara ne ifade ettiği. Kimine göre eğlence kimine göre yakınları görme kimine göre işkence kimine göre para tuzağı kimine göre ise mutluluğun bir parçası. Bazıları da gösteriş amaçlı... Düğünler gelin ve damatın mutluluğunu görmek için yapılırmış eskiden. Uzuun sürenleri varmış, çok katılımlı olanlar varmış. Bana kalırsa günümüzde amacı sapmış.

Gelin ve damat bir yuva kurarken, "daha dünkü çocuk büyüdü eş oldu" dedirtir ve bu ana tanık olması istenir sevenler. Ne hoş değil mi? Ben bu kısma bayılıyorum. Hayatta insanın şahidi olmalı, birden fazla hem de...

Düğünde gelin ve damat oynar, insanlar oynar eğlenir. Buraya kadar güzel. Jenerasyonlar değişiyor, fikirler gelişiyor, insanlar büyüyor ve ilgileri farklılaşıyor.. Düğünün yapısında da bir değişiklik olmuyor mu? Sanki düğünler artık "Kim-kiminle-nerede" dedikodusu ortamı olmuyor mu sizce? Ya da "Bak gelinlik de nasıl", "damat da hiç gülmüyor?", "Bu gelin adamı öldürür, yakında ayrılırlar", "Gelin görümcesi ile oynadı, anasına yüz vermedi" ve daha niceleri... Sanki artık gelin-damat lar çekiştiriliyor düğünlerde. Güzel sözler, iyi temenniler duyulmaz mı oldu ne?

Mutlaka bunda düğün sahibinin etkisi var, yani organize eden. Düğünün nasıl olmasını isterseniz, o öyle olmaz bence. Sade olsun istersiniz karışır... Para dökersiniz iyi olsun diye bir şeyler değişir. Düğündür bu neticede olsundur.

Gelinlik ve Genç Kızlar

Yazıyı yazmadan önce internette gelinlik yazıp görsellere baktım. Biraz da ne manası varmış gelinlik ve damatlığın diye baktım. Çok güzel anlamları var. Sentez olarak kullanılıyor aslında. Biraz Avrupa suyu karışmış, bulanık ama hala saf tanımlamalar var...

Bence hepsinden önce gelinliğin neden beyaz olduğu düşünülmeli. Beyazın manası için "google'lamak" manasız sanırım. Gelinlik saflık ve sadelik belirtmez mi sizce? Düşünsenize bebeklik-çocukluk ve genç kızlık artık bitmiş ve baba evinden en temiz hali ile uğurlanan genç yetişkin bir kız var. Artık kocasına, hayatını kolaylaştıracak gerçek adama ait olmaya gidiyor...

Bazı değerler vardır anadoluda. Kadınlığa ait olan. Kadının ait olduğu yere, toplumdaki konumuna ve kocası ile paylaştığı şeylere dair. Ben üçüncüsüne odaklanıyorum mesele düğün olunca. Çünkü iki insan bir eve geliyor, yeni değerler oluşturmak için uğraşacakları aşk ve sevgi yuvalarına. Bunun ilk adımı da saflık ve açıklıkla olmalı, öyle olmalı ki aile sonsuza gitsin...

Bana kalırsa bu başlangıç düğün ve gelinlikten başlıyor. Yanlış anlamayın, gelinlik derken onun anlamından. Geçmişte damatlar gelinlere mektup yazarlarmış. Gelinliğinle olduğun gibi masum ol diye... Ne kadar içten değil mi? Bugünün gelinlerine bakınca, sanki bir şeyler eksik gibi bu manada. Saflığıyla önplanda olması gereken gelinler, artık vücutları ile gösterişte oluyor. Belki de saflık anlayışı farklı insanların, bu doğal.

Gelin ve damat düğünle birbirlerine özel hale gelirler bence. Sonra hayatı devam ettirirler. Peki ya başlangıcı eksik olan bir durumda nasıl olabilir bu? Gelin sadece damadına özel olmalı iken, neden o temizlikten kurtulma çabası var günümüz kadınında anlayamıyorum. Gelinlikler güzel olsun, şık olsun, göz alsın... Dantel işlemeli, el emeği olsun... Tamam ama seksilik ve transparanlık neden?!

Düğünde "Biz tertemiz aşığız ve yeni bir aile kuruyoruz" mesajı vermek esasken, kadın neden daha ilk adımda farklı bir yöne gider ki?

İlk adımlar hayatta önemlidir, hele yeni bir aile kurarken. Aman ha, "bir günden ne olacak" demeyin, nasıl başlarsa öyle gider...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

İki Kum Tanesi

"Günün birinde bir çölde iki kum tanesi karşılaşmış ve birbirlerini çok
sevmişler uzun bir süre çok yakın olmuşlar. Birbirlerini yanlarında,
canlarında olarak sevmeyi öğrenmişler. Derken bir rüzgar çıkmış kum
tanelerinden biri yerinde kalırken diğeri biraz uzağa savrulmuş. Çok
uzak değillermiş ama yinede göremiyorlarmış birbirlerini. Sevgileri hiç
azalmamış yine sevmeye devam etmişler. Birbirlerine ulaştırabildikleri
sesleriyle, haberleriyle yaşıyorlarmış ve artık görmeden seslerinde
sevmeyi öğrenmişler.

Bir gün biri diğerine "sevdamız sonsuza erişmesi için aynı anda bir
dilek dileyelim" demiş. Ikisi de aynı anda bir dilekte bulunmuşlar ve
tam o sırada bir fırtına çıkmış. Bu kavuşmamız, sevdamızın sonsuza dek
sürmesi olabilir diye ikisi de kendilerini fırtınaya bırakmışlar.
Gözlerini kapayıp fırtına dindiğinde sevdalarının yanı başında olmuş
olmayı arzulamışlar. Fırtına o kadar kuvvetliymiş ki o güne kadar
yıllarca yerlerinden kıpırdamayan kumlar bile başka yerlere
savruluyorlarmış.

Fırtına günlerce sürmüş kum taneleri de oradan oraya savrulup durmuşlar.
Ikisini de bir sabırsızlık sarmış. Fırtına durmuyor aksine artıyormuş.
Fırtına dinmek bilmedikçe onlarda sabırla sevmeği öğrenmişler. Günler
geçmiş sonunda fırtına durmuş gözlerini açtıklarında ikisi de başka
alemlerde bulmuşlar kendilerini. Bu fırtınanın onları birleştireceğine
o kadar inanmışlar ki birbirlerini yanlarında bulamayınca yüreklerinde
derin bir acı hissetmişler ve acıyla sevmeği öğrenmişler. Kendilerine
birazcık geldiklerinde ikisi de bu fırtınayla başka başka yerlere
savrulduklarını anlamışlar. Biran ölmek istemişler ama sonra
birbirlerini hiç görmeden,mesafelere, engellere rağmen sevmeği
öğrenmişler. "Eskisi gibi bağırsakta sesimiz ulaşmaz ki birbirimize"
demişler. Ikisi de yeni yerlerinde kimseyle konuşmamışlar ve yıllarca
hep susmuşlar. Hep yeni bir fırtına ümidiyle birbirlerine ihanet
etmeden beklemişler. Böylece umutla sevmeyi öğrenmişler. Yıllar geçmiş ama
sevgileri hiç geçmemiş.

Birbirlerinden hep umutlu olarak yaşamışlar. Bir gün ikisi de
birbirlerinden habersiz aynı anda gözlerini kapamışlar ve kavuşmak için
yeniden fırtına çıkmasını dilemişler. Beklemişler beklemişler ama
fırtına bir türlü çıkmamış. Kendilerini tüm benlikleriyle fırtınaya
bırakmak için oldukları yerde dönmüş durmuşlar ama hepsi nafile küçük
bir rüzgar bile çıkmamış. Sonunda durmuşlar ve gözlerini açmışlar.
Sevdiklerinin, sevdalarının, yıllarca beklediklerinin tam karşısında
durduklarını görmüşler ve hemen ikisi de yıllar önce diledikleri dileği anımsamışlar.
Dilek şöyleymiş "Allah'ım bizi birbirimize her şeyiyle sevmeği
öğrendiğimizde kavuştur. Öğle kavuştur ki sevdamız sonsuza erişsin."
Sonunda anlamışlar ki birbirlerinden çok uzaklarda geçirdiklerini
sandıkları yılları aslında birbir yanı başlarında geçirmişler.
Dileklerinin kabul olması için yılların geçmesi gerektiğini öğrenmişler
çünkü onlar sevmeği her şeyiyle öğrenmeği dilemişler.

Dilekleri kabul olmuş umutla, sabırla, acıyla, yakında, uzakta...her
şeyiyle sevmeği öğrenip birbirlerine kavuşmuşlar. Sevmeği bildikten sonra mesafeler, acılar, yıllar, aylar...asla sevdayı
söndürmez ama sevmeği bilmedikten sonra yanı başındaki sevdiğini bile
yıllarca göremeyebilir insan."

Alıntıdır

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Duygu ve Akıl Paradigması

Akıl ve duygular farklı boyutlarda mı sizce?
İkisi birbirine zıt mı çalışır? İkisi beraber çalışınca, aynı yöne bakınca güzelliklerin oluşmasını mı bekleriz?

Kimisi "çok duygusalım" der; kimisi "çok mantıklıyım" der...
Neden duygu ve mantık ayrı düşünülür ki?
Sevmenin akıl boyutu yok mudur?
Duygular düşünce süzgecinden geçmez mi?

"Akıl sadece mantık demek değildir. Diğer bir vazifesi duyguları yönetebilmektir. İnsanın başarılı ve mutlu olabilmesi için duygularını yönetebilmesi çok önemlidir. Bunun yanında, düşüncelerine duygu katmış insanlar şanslıdır. Çünkü bu kişiler çoğunlukla 'duygusal mantık' ile davranırlar. Akıl işte bu noktada devreye girer. Aklın yüksek kullanımında duyguları göz ardı etmek, onu yarım bırakmak demektir. Bazen mantığın hakimiyetinden çıkıp, sezgilerle karar vermek, iç sesi dinlemek gerekir. İç ses denilen şey ise gönüldür aslında. Olumlu düşünen, ümit duygusu gelişmiş insanların kalbine bir konuda karar verirken ilham gelir. Adeta içinden bir ses 'Buna yönel!' diyerek ona yol gösterir. Bu da içtenlik ve samimiyetin varlığına delildir. Samimi insanlardaki bu gelişmiş sezgi, bir nevi manevi yardım gibidir. Kişi hisleri sayesinde yanlışa gitmekten kurtulur."

"Olaylara duyguları katarak düşünen birinin bazı temel özellikleri vardır. Mesela bu insanlar hayal kurmayı severler. Ama bunlar ergenlik ve lise döneminde kurulan aşıkların hayallerine benzemez. Gerçeğe, belli bir hedefe ve amaca yönelik hayallerdir. bu kişiler, neyi başarmak istiyor, hangi konuyu çözmeye çalışıyorsa, o konuda hayal kurarlar. Düşler sırasında bile kendilerine sıkça "Bu yol beni nereye götürür?" diye sorarlar. Hayal kuran kişilerin daha çok fikir üreten kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Ancak sadece hayal kurmak düşünceyi gerçekleştirmek için yetersiz kalır. Hayale duygu eklemek gerekir. Burada da iki türlü duygu vardır. Birincisi korku, korkunun dahil olduğu hayaller savunmaya yöneliktir. İkincisi merak ve hayret, insan düşünce üretimine duygu katıp hayretle hareket ettiği zaman öğrenme ve çalışma aşkı duyar. Ve ihtiyaç duyarak kendini araştırmaya verir."

"Duyguyla beslenen düşünce risk almayı gerektirir. Risk kişiyi başarıya götürür, düşüncelerine yeni anlamlar katmasına yardımcı olur. İnsanı durağanlıktan uzaklaştırır. Bu sebeplerden zorluklarla uğraşmaktan korkmaz. "

Duygular işte bu kadar önemli...
Kendimize ait olan duyguları tanımamız ne kadar da farklılaştırır bizi değil mi?
Mantığınızı o kadar çok kullanırsınız ki, sanırsınız doğru yoldasınız. Korku ile beslenen mantık yolları, çiçek açmaz. Bu sadece insanı olumsuzluğa ve karamsarlığa iter. O durumdan kurtulsanız bile bir sonraki, daha sonraki durumlarda siz yine korkularınızı kullanırsınız...

İşte "Duyguların Dili" adlı eserde Prof. Dr. Nevzat Tarhan bunlardan bahsediyor. Ondan bir kaç alıntı yaparak duygu ve akıl arasındaki bağı anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Bu sıralar üzerine düşündüğüm konu bu.

Tavsiyem odur ki; sadece aklınıza uyarak hareket etmeyin, çünkü insanda sadece kendinin anlayabileceği derinden bir sezgi gücü vardır. Onu keşfetmeye koyulun...

25 Şubat 2011 Cuma

Kadınlar ve Giyim Üzerine

Erkekler ve kadınların farklılaştığı bir konu sanırım giyimdir. Kadın yaradılışı, fiziksel yapısı ve mizacı gereği erkeklere göre değişik stillerde giyinmek ister. Tabii ki her kadının kendine göre bir tarzı olmalı. Kadın üstüne yakışanı ve insanların takdirini toplayanını giymek isteyebilir. Bazı alanlarda da normlara uygun olmak durumundadır. Ben bunlara standartlar diyorum.

Standart demek illaki çalışılan yerin kuralları olarak algılanmamalı. Bir kadının kendi standardı vardır bence. Kadın sadece üstüne yakışanı giymez, kendi aklına ve kalbine hitap edeni de giyer.

Üniversite öğrencisi olunan yıllarda bayanlar daha özgür giyinmeye ve paraları olduğu ölçüde çeşitli ve özenli giyinmeye çalışırlar. Bana kalırsa 20-25 yaşları arasındaki bir bayan henüz kendi standartını yakalayamadığından çeşit yelpazesini oldukça geniş tutar. Etek, pantlon ve elbise 3'lüsü, kendi içlerinde dallanır. Yırtmaçlı etek, mini etek, uzun etek, ekoseli etek, diz altı eteği; dar pantlon, bol pantlon, desenli pantlon, kot pantlon, kumaş pantlon; uzun elbise, tayt üstü elbise, tünik vs. Tabii daha çok çeşidi var bunların. Bir kadın da bana kalırsa kıyafet seçimi için çok farklı boyutlarda seçimler yapabilir.

Özellikle kendi parasını kazanan bayanların giyime daha önem verdiği biliniyor. İşte paranın da yardımı ile bu yelpazenin hemen her kanadına kadın dokunur, oradaki her şeyi giyer, giyemese bile giymeyi arzu eder ve hedef koyar kendine.

Yaş ilerledikçe, iş hayatı, özel hayat, evlilik, çocuk ve statü kadınları bu uçurumda dans etmekten kuratır. Kadınlar kalbini ve akıllarını iyi şekilde kullanarak standartlarını geliştirirler. Ve bazen herkes tarafından takdir görülecek bir çizgi yakalarlar. İşte bu kadınlar kendilerine o kadar hakim, özgüveni yüksek ve ne yaptığının bilincinde olan kadınlardır.

Erkekler ise, bir üst paragrafta tanımlanan kadını beğenirler, ondan etkilenirler ve o kadınla evlenmek isterler. Hiçbir erkek giyim tarzı geniş bir kadın ile birlikte olup hayat boyu yaşamak istemez. İstisnalar olabilir elbette, bu durumda bence bu erkek ya kadını çok seviyordur ya da çok umursamazdır.

Hani hep denir ya, "Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer" diye. Bana kalırsa "Erkeğin kalbine giden yol önce kadınının giyim tarzına uğrar, sonra mideye gider".

11 Şubat 2011 Cuma

Güzel Olmadığını Sandığımız Günler...

Pinhani'nin bu sıralar çokça dinlediğim bir şarkısı var: "Yitirmeden". Sayfanın aşağılarında bir yerlerde sözleri de var hatta. Orada şöyle diyor:

"Güzel günlerimizin bittiğini sanma, 
 Belki bir daha böylesi olmaz ama 
 Her bir gün güzel aslında"


Hayatta her günün güzel olduğunu düşünelim, insanlar ile aramız iyi, sevdiğimizleyiz, gülüyoruz, hava güneşli, işlerimiz iyi gidiyor, trafik yok, zamanımız her şeye yetiyor... Bu durumda bana kalırsa her şeyin iyi olması artık "iyi" nin niteliğini ortadan kaldırır. Hayatımızda bir şeyin zıttı olunca her zaman asıl değerli olan değerine kavuşur. Ying ve Yang gibi...


Şarkıya göre düşünürsek, güzel günlerin bitmesi demek karanlık, umutsuz, korkulu, sıkıntılı ve sevgisiz günlerin geldiği olarak söylenebilir. İşte bu güzel olmayan (kötü demiyorum bilerek, dikkat edin) günler bizim aslında yukarıda saydığım güzel günlerin ne güzel olduğunu gösterir. Nasıl mı? "Yitirerek"... 


Kayıp bize bir şeyin değerini gösterir. Düşünün bir, sevdiğimiz bir insanı ya da bir eşyayı kaybetmek nasıl da üzer bizi? Parayı kaybetmek de buna dahil. Nasıl da deli oluruz... Sevdiğimiz insanın yanımızda olmaması düşüncesi ürkütür bizi. Kayıptır o ve güzel günler asla gelmeyecek diye düşler dururuz.


Peki gerçekten kötü günler var mıdır? Evet vardır. Yaşıyoruz ve yaşayacağız. Bana kalırsa şarkıdaki (ve benim hayat bakışımdaki) manaya göre, güzel olmayan günlerde güzel günlerin değerini anlamalıyız. Bunun için uğraşmalı, didinmeli ve tekrar o güzel günü yakalamalıyız. 


Şarkı sözüne göre, burada maddi olarak bir şeyler yapmak müdahale etmek yok. Zaten her zaman müdahale etmek de sorunu çözmez. Umut eden insan, bekler... Fakat bu beklemek asla "olursa olur olmazsa olmaz" bekleyişi değildir. "Sabırdır" bu beklemek. Yani inanarak ve güzel güne kavuşmanın arzusu ile zaman ilacının acılara sürülüp iyileşmesini bekleyerek....


Hangi ilaç anında tesir ediyor? Duygusal dünyanın karmaşık yapısı var, ve bu karmaşık yapıda asla ilaç kısa zamanda tesir etmez. 2 ay geçmiş olabilir bir ayrılıktan ya da üzüntüden, fakat bu zaman bile maalesef "kısa" dır. İnsanın bu sürede, 


"ben nerede yanlış yaptım?" 
"ben neyin değerini bilmedim?"
"ben kimin lafına inanıp güzelliği yitirdim?"
"ben neye inanmadım da üzüntülü günler başladı?" 


gibi soruları kendine sormalı ve cevap bulmalıdır. Tabii cevap bulmak asla yeterli gelmez, mantığı ile tasdik etmek gerekir, sonra da uygulamak... İşte şarkının son satırında geçen her günün güzel olması fikri de, ders alınan musibetten sonra günlerin düzelebileceğidir.



10 Şubat 2011 Perşembe

Oğlak Burcu ve 2011

Bir astrologtan güzel ve yerinde yorumlar okudum, buraya da yazayim istedim.


"Yeni başlangıçlar yapmanızı sağlayacak bu enerji altında, sizin gibi çalışkan, sorumluluğunun bilincinde olan kişiler için ektiklerinizi biçme vaktidir. Genç oğlaklar kendi kimliklerini dış dünyada göstermek için güç kazanırken, olgun yaşta olanlar bu enerji ile bugüne dek verdikleri tüm mücadelelerin karşılığını almak demektir. Artık hiçbir baskı altında çökmenize, ruhsal yönden kendinizi kötü hissetmenize, korku ve kendinizi ortaya koyma gücünüzle ilgili kaygılar yaşamınıza gerek yoktur. Yaşam şimdi pozitif anlamda size yeni imkanlar getirecek, gerek iş, para gerekse ilişkiler yoluyla yeni bir hayatın kapılarını aralayabileceksiniz. Şartlarınız için öyle büyük savaşlardan geçmeden, içinizde zaten var olan sorumluluk hissiyatıyla ileriye doğru kolayca hamleler yapabileceksiniz. Yakın çevrenizle olan ilişkiler, aşk hayatınız, dışarıdan maddi ve manevi anlamda destek bulmanız ve hedeflerinizi gerçekleştirebilme olanakları yakalamanız gayet mümkündür.

Yönetici gezegeniniz Satürn ise, yaşama bakış açınız ve dünyayı algılayışınız, özgürlük düşünceniz ve kendi bireyliğinizi bağımsız bir şekilde dünyaya gösterme gücünüz, normal düzeninin dışına çıkarak önce çevrenizi sonra da tüm dünyayı keşfetme isteğinizle alakalı dersler görme ve sonunda kendinize ait bir düzeni kurabilmek için verilen mücadelenizin belirtisi olacaktır. Bu süreçte siz, bugüne dek yaşadıklarınızı ve bu süreçte yaşayacağınız her tecrübeyi belirli bir çerçeve içinde gözden geçirerek yaşam felsefenizi genişletecek veya yeniden oluşturmak için çaba sarfedeceksiniz. Kimileriniz yüksek eğitim, kimileriniz evlilik, kimileriniz bir başka ülkenin topraklarında çalışarak, kimileriniz ise yeni bir çevrede yeni bir hayata başlayarak bunu oluşturmak durumundadırlar.Bu dönem bir keşif süreci olduğu için, birçok konuda olduğu gibi, iç aleminizdeki inanç sistemini yeniden gözden geçirmenizi sağlayan deneyimler yaşayabilirsiniz. Yüce Yaradan kavramını araştırmaya başlar, bütün din ve felsefeleri öğrenmeye çalışarak kendi içinizde bir yolculuk geçirebilirsiniz. Yaşadığınız olaylar da bu duyguyu beslemeye başlayacaktır.

Uranüs bu yıl içinde çevrenize karşı olan tepkilerinizde, bağımsızlığınızı, orjinalliğinizi, yaratıcılığınızı, geleneksel olmayan, tuhaf ve biraz da eksantrik bir şekilde davranmanıza neden olacaktır. Çevrenizdeki insanlar sizi anlayamayacak ve neden bu yollarla düşüncelerinizi açıkladığınızı bir türlü algılayamayacaklardır. Zamanın ilerisinde düşünecek bazı anlarda zihniniz huzursuz ve çatışmaya hevesli hale gelebilecektir. Akrabalarınızla, komşularınızla ilişkilerinizde farklılıklar, arasıra gerilimler olacaktır. Entellektüel birikiminize önem verecek, özgürlüğünüzü ne pahasına olursa olsun korumaya özen göstereceksiniz. Konuşma tarzınız spontan, orijinal, canlı, farklı va kaprisli olabilir, bazı zamanlarda ise tamamen kararsız ve sabırsız bir düşünme tarzı göze çarpabilir. Aniden ortaya çıkan fikirler, algılar ve buluşlarınız olabilir. Hiçbir geleneksel konuşma kavramına uymayan doğal bir konuşmacı haline de gelebilirsiniz. Herşeyi çabucak kavrama ve çoğunlukla alışılmamış tarzda öğretme de etkiler arasında yer alacaktır. Bu dönemde insanlardan kaçma meyliniz oluşabilir. Soyutlanmış bir yabancı, özeleştirileri ile kendisine eziyet eden biri haline de gelebilirsiniz. Tüm gelenek ve kuralları hiçe sayan çılgın ve uçuk bir düşünür hali de yine etkiler arasında yer alabilir."

9 Şubat 2011 Çarşamba

Sarılmak ve Bakışmak Üzerine

Şöyle bir yazı gördüm arkadaşımda:

"Sarılmak güzeldir, insan vücudunu dikey olarak tam ortadan ikiye ayırdığınızda görürsünüz ki sağ ile sol arasında hiç bi fark yoktur. İki kol iki göz iki ayak ve bir sürü organ. Her şey simetriktir. Sadece bir şey dışında. Kalp.. Sağ tarafınız hep boştur, hep biraz eksiksinizdir. Ve o sağ taraftaki boşluğu sarıldığınız zaman “o”nun kalbi doldurur..."


Düşünüyorum da üstüne, acaba bu şekilde bir konumlanma tesadüfi olabilir mi? Önceden ayarlanmış ve hesaplanmış "ince" bir ayar yok mudur?


Bence her şey sebepler dahilinde. Bedenlerin manevi atmosferde birbirlerine kavuşması öncelikle maddi alemde olur. Elele olmak, sarılmak, bakışmak ve konuşmak ile. Bunun ötesinde artık değerli şeyler oluşur. Şu anda sarılmanın sırrı keşfedilmiş. Bence bakışmanın sırrı da var. 


Dün tesadüfi şekilde "Öyle Bir Geçen Zaman ki" dizisinin bir sahnesini izledim. Küçük çocuk annesinin elinde yürürken gözlere bakıyordu. Ve oradan anlam çıkarabildiğini söylüyordu. Tam sözleri hatırlayamıyorum fakat aklımda kaldı o sahne. 
İşte gözlerin de gözleri tamamlaması bir sır!
iletişim içinde olduğunuz insanın size ne söylediğini gözlerine bakarak anlayabilirsiniz.
Herkes yapamayabilir belki, fakat gözler bir şeyleri anlatır, çok iyi anlatır.


Bazen gülmezsiniz ama gözünüz öyle bir güler ki...
Bazen kızmazsınız ama nefret akar gözlerinizden...
Sevdiğinize olumsuz duyguları aktarmanın en saf ve kötü yoludur gözler...
Tavsiyem ağzınızdan kötü kelime çıkarmada kendinizi nasıl frenliyorsanız, gözlerinizden çıkarma konusunda da o derece tutarlı olun.
Mesela çok üzüldüğünüzde asla sevdiğinize bakmayın. Sizi öyle görürse mutlaka yıkılacaktır.